SİMAVNE KADISI OĞLU
ŞEYH BEDRETTİN DESTANI
Darülfünün İlâhiyat Fakültesi tarihi
kelâm müderrisi Mehemmed Şerefeddin Efendinin 1925-1341
senesinde Evkafı İslâmiye Matbaasında basılan «Simavne
Kadısı oğlu Bedreddin» isimli risalesini okuyordum. Risalenin
altmış beşinci sayfasına gelmiştim. Cenevizlilere sırkâtip
olarak hizmet eden Dukas, tarihi kelâm müderrisinin bu altmış
beşinci sayfasında diyordu ki:
«O zamanlarda İyonyen körfezi medhalinde
kâin ve avam lisanında Stilaryum - Karaburun tesmiye edilen
dağlık bir memlekette âdi bir Türk köylüsü meydana
çıktı. Stilaryum Sakız adası karşısında kâindir. Mezkûr
köylü Türklere vaiz ve nesayihte bulunuyor ve kadınlar
müstesna olmak üzere erzak, melbûsat, mevaşi ve arâzi gibi
şeylerin kâffesinin umumun mâli müştereki addedilmesini
tavsiye ediyor idi.»
Stilaryumdaki âdi Türk köylüsüsün vaız
ve nasihatlarını bu kadar vuzuhla anlatan Cenevizlilerin
sırkâtibi, siyah kadife elbisesi, sivri sakalı, sarı uzun
merasimli yüzüyle gözümün önüne geldi. Simavne Kadısı
oğlu Bedreddinin en büyük müridine, Börklüce Mustafaya
«âdi» demesi, her iki manasında da, beni güldürdü. Sonra
birdenbire risalenin müellifi Mehemmed Şerefeddin Efendiyi
düşündüm. Risalesinde Bedreddinin gayesinden bahsederken, «Erzak,
mevâşi ve arâzi gibi şeylerin umumî mali müşterek
addedilmesini tavsiye eden Börklücenin kadınları bundan
istisna etmesi bizce efkârı umumiyyeye karşı ihtiyar etmiş
olduğu bir takiyye ve tesettürdür. Zira vahdeti mevcûda kail
olan şeyhinin Mustafaya bunu istisna ettirecek bir dersi
hususiyet vermediği muhakkaktır,» diyen bu tarihi
kelâm müderrisini asırların üstüne remil atıp insanların
zamirini keşfetmekte yedi tulâ sahibi buldum. Ve Marksla
Engelsten iki cümle geldi aklıma: «Burjuva için
karısı alelâde bir istihsal âletidir. Burjuvazi, istihsal
âletlerinin içtimaileştirileceğini duyunca tabiatiyle bundan
içtimaileştirilmenin kadınlara da teşmil edileceği
neticesini çıkarıyor.»
Burjuvazinin modern amele sosyalizmi için
düşündüğünü, Darülfünün İlâhiyat Fakültesi
müderrisi de Bedreddinin kurunu vüstaî köylü sosyalizmi
için neden düşünmesin? İlâhiyat bakımından kadın mal
değil midir?
Risaleyi kapadım. Gözlerim yanıyordu amma
uykum yoktu. Başucumdaki çiviye asılı şimendifer marka saata
baktım. İkiye geliyor. Bir cıgara. Bir cıgara daha. Koğuşun
sıcak, durgun, ağır kokulu bir su birikintisine benziyen
havasında dolaşan sesleri dinliyorum. Benden başka yirmi sekiz
insanı ve terli çimentosuyla koğuş uyuyor. Kulelerdeki
jandarmalar yine bu gece düdüklerini daha sık, daha keskin
öttürüyorlardı. Bu düdük sesleri ne zaman böyle deli bir
sirayetle, belki de hiç sebepsiz, telaşlansalar ben kendimi
karanlık bir gece batan bir gemide sanırım.
Üstümüzdeki koğuştan idamlık
eşkıyaların zincir sesleri geliyordu. Evrakları temyizde.
Yağmurlu bir akşam kararı giyip döndüklerinden beri hep
böyle sabahlara kadar demirlerini şakırdatıp dolaşıyorlar.
Gündüzleri arka avluya çıkarıldığımız
vakit kaç defa onların pencerelerine baktım. Üç insan.
İkisi sağdaki pencerenin içinde oturur, birisi soldaki
pencerede. İlk yakalanıp arkadaşlarını ele veren bu tek
başına oturanmış. En çok cıgara içen de o.
Üçü de kollarını pencerelerin demirlerine
doluyorlar. Oldukları yerden denizi, dağları çok iyi
görebildikleri halde onlar hep aşağıya, avluya, bize,
insanlara bakıyorlar.
Seslerini hiç işitmedim. Bütün hapishane
içinde bir kerre olsun türkü söylemiyen sade onlardır. Ve
hep böyle yalnız geceleri konuşan zincirleri birdenbire bir
sabah karanlığında susarsa, hapishane bilecek ki, dışardaki
şehrin en kalabalık meydanında göğüsleri yaftalı üç
beyaz uzun gömlek sallanmıştır.
Bir aspirin olsa. Avuçlarımın içi yanıyor.
Kafamda Bedreddin ve Börklüce Mustafa. Kendimi biraz daha
zorlıyabilsem, başım böyle gözlerimi bulandıracak kadar
ağrımasa, çok uzak yılların kılıç şakırtıları, at
kişnemeleri, kırbaç sesleri, kadın ve çocuk çığlıkları
içinde iki ışıklı ümit sözü gibi Bedreddinle Mustafanın
yüzlerini görebileceğim.
Gözüme, demin kapatıp çimentoya
bıraktığım risale ilişti. Yarısı güneşten solmuş
vişne çürüğü bir kapağı var. Kapakta, üstünlü esreli
sülüs bir yazıyla risalenin adı bir tuğra gibi yazılı.
Kapağın içinden sararmış sayfa yapraklarının yırtık
kenarları çıkıyor. Bu İlâhiyat Fakültesi müderrisinin
sülüs yazısından, kamış kaleminden, dividinden ve
rıhından Bedreddinimi kurtarmak lâzım, diye düşünüyorum.
Aklımda İbni Arabşahtan, Âşıkpaşazâdeden, Neşriden,
İdrisi Bitlisiden, Dukastan ve hattâ Şerefeddin Efendiden
okuya okuya ezberlediğim satırlar var:
«Şeyh Bedreddinin tevellüdü 770
etrafında olmak lâzım geleceğini kuvvetle tahmin etmek
mümkündür.»
«Tahsilini Mısırda ikmâl etmiş olan
Şeyh Bedreddin senelerce burada kalmış ve hiç şüphesiz bu
muhitte büyük bir kuvveti ilmiyeye mazhar olmuş idi.»
«Mısırdan Edirneye avdetinde ebeveynini
burada berhayat bulmuş idi.»
«Kendisinin buraya vürudu peder ve
validesini ziyaret maksadile olabileceği gibi bu şehirde
tasaltun etmiş olan Musa Çelebinin daveti vakıasile olmak
ihtimali de vardır.»
«Çelebi Sultan Mehmet kardeşlerine galebe
ile vaziyete hâkim olunca Şeyh Bedreddini İznikte ikamete
memur eylemiş idi.»
«Şeyh burada itmam etmiş olduğu Teshil
mukaddemesinde "...Kalbimin içindeki ateş tutuşuyor. Ve
günden güne artıyor, o surette ki kalbim demir de olsa
selâbetine rağmen eriyecek..." demektedir.»
«Şeyhi İznike serdiklerinde kethüdası
Börklüce Mustafa Aydın eline vardı. Andan göçtü Karaburuna
vardı.»
«Diyordu ki: "Ben senin emlâkine tasarruf
edebildiğim gibi sen de benim emlâkime aynı suretle tasarruf
edebilirsin." Köylü avam halkı bu nevi sözlerle kendi
tarafına celp ve cezb ettikten sonra hırıstiyanlar ile dostluk
tesisine çalıştı. Çelebi Sultan Mehmedin Sarohan valisi
Sisman bu sahte rahibe karşı hareket ettiyse de Stilaryumun dar
geçitlerinden ileriye geçmeğe muvaffak olamadı.»
«Simavne kadısı oğlu işitti kim Börklücenin
hali terakki etti, o dahi İznikten kaçtı. İsfendiyara vardı.
İsfendiyardan bir gemiye binip Eflak eline geçti. Andan gelip
Ağaçdenizine girdi.
«Bu esnada müşarünileyhin halifesi Mustafanın
Aydın elinde avazeyi huruç ve fesat ve ilhadı Sultan
Mehemmed'in kulağına vâsıl oldu. Derhal Rumiyei suğra ve
Amesye Padişahı olan Şehzade Sultan Muradın ismine hükmü
hümayün sadır oldu ki Anadolu askerlerini cem ile mülhid
Mustafanın def'ine kıyam eyliye. Ve mükemmel asker ve
teçhizat ile Aydın elinde anın başına ine...»
«Mustafa, on bine yakın müfsit ve mülhid
müritlerinden olan asker ile şehzadeye mükabeleye kıyam
eylediler.»
«Mübalega cenk olundu.»
«Bir çok kan döküldükten sonra tevfiki ilâhi
ile o leşkeri ilhad mağlub oldu.»
«Sağ kalanlar Ayasluğa getirildiler. Börklüceye
tatbik olunan en müthiş işkenceler bile onu fikri sabitinden
çeviremedi. Mustafa bir deve üzerinde çarmıha gerildi.
Kolları yekdiğerinden ayrı olarak bir tahta üzerine
çivilendikten sonra büyük bir alay ile şehirde gezdirildi.
Kendisine sadık kalan mahremanı Mustafanın gözü önünde
katledildi. Bunlar "Dede Sultan iriş" nidalarile
mütevekkilâne ölüme tevdii nefs ettiler.»
«Ahir Börklüceyi paraladılar ve on vilâyeti
teftiş ettiler, gideceklerin giderdiler bey kullarına timar
verdiler. Bayezid Paşa yine Manisaya geldi Torlak Kemali anda
buldu. Anı dahi anda astı.»
«Bu esnada Ağaçdenizindeki Bedreddinin hali
terakkide idi. Her taraftan birçok halk yanına toplandılar.
Bilumum halkın kendisiyle birleşmesine remak kalmış idi.
Bundan dolayı Sultan Mehemmedin bizzat hareketi icab etti.
«Ve Bayezid Paşanın teklifiyle bazı kimseler
Kadı Bedreddinin silki mütabaatına ve müritliğine dahil
oldular. Ve birkaç tedbir ile orman içinde derdest edip
bağladılar...
«Sirozda Sultan Mehemmede getirdiler. Acemden
henüz gelmiş bir danişmend var idi. Mevlâna Hayder derlerdi.
Sultan Mehemmed yanında olurdu. Mevlâna Hayder etti
"şeran bunun katli helâl amma mali haramdır."
«Andan Simavne Kadısı oğlunu pazara iletip bir
dükkân önünde berdar ettiler. Bir nice günden sonra cünüb
müritlerinden birkaçı gelip anı andan aldılar. Şimdi dahi
ol diyarda müritleri vardır.»
Başım çatlıyacak gibi. Saate baktım.
Durmuş. Yukardakilerin zincir şakırtıları biraz yavaşladı.
Yalnız birisi dolaşıyor. Herhalde o tek başına soldaki
pencerede oturandır.
İçimde bir Anadolu türküsü dinlemek ihtiyacı var.
Bana öyle geliyor ki, şimdi yolparacılar koğuşundan yine o
yayla türküsünü söylemeğe başlasalar başımın ağrısı
bir anda diniverecektir.
Bir cıgara daha yaktım. Eğildim. Çimentonun
üstünden Mehemmed Şerefeddin Efendinin risalesini aldım.
Dışarda rüzgâr çıktı. Penceremizin altındaki deniz,
zincir ve düdük seslerini kapatarak homurdanıyor. Penceremizin
altı kayalık olacak.
Kaç defa oraya, denizle duvarımızın birleştiği yere
bakmak istedik. Fakat imkânı yok. Pencerenin demir çubukları
çok dar. İnsan başını dışarı çıkaramıyor. Ve biz
burada denizi ancak ufuk halinde görebiliyoruz.
Benim yatağımın yanında tornacı Şefiğin yatağı
vardı. Şefik bir şeyler mırıldanarak uykusunda döndü.
Karısının gönderdiği gelinlik yorganı kaydı. Örttüm.
İlâhiyat Fakültesi tarihi kelâm müderrisinin
altmış beşinci sayfasını açtım yine.. Cenevizlilerin
sırkâtibinden bir iki satır ancak okumuştum ki başımın
ağrıları içinde kulağıma bir ses geldi. Bu ses:
— Gürültü etmeksizin denizin dalgalarını aşarak
senin yanında bulunuyorum, diyordu.
Döndüm. Denizin üstündeki pencerenin arkasında
birisi var. Konuşan o:
«— Cenevizlilerin sırkâtibi Dukasın
yazdıklarını unuttun mu? Sakız adasında Turlut tesmiye
olunan manastırda ikamet eden Giritli bir keşişten
bahsettiğini hatırlamıyor musun? Ben, yani Börklüce
Mustafanın "dervişlerinden biri" bu Giritli keşişe
de böyle baş açık, ayaklarım çıplak ve yekpare bir libasa
bürünmüş olarak denizin dalgalarını aşıp gelmez miydim?»
Pencerenin demirleri dışında hiçbir yere
tutunmasına imkân olmadan böyle boylu boyunca durup bu
sözleri söyleyene baktım. Gerçekten de dediği gibiydi.
Yekpare libası aktı.
Şimdi, yıllarca sonra, ben bu satırları yazarken
İlâhiyat Fakültesi müderrisini düşünüyorum. Şerefeddin
Efendi öldü mü, sağ mı, bilmiyorum. Fakat eğer sağsa ve bu
yazdıklarımı okursa benim için: «Gidi hain, diyecektir, hem
maddiyundan olduğunu iddia eder, hem de Giritli keşiş gibi,
üstüne üstlük aradan asırlar geçmiş iken, Börklücenin
denizleri sessizce aşan müridiyle konuştuğundan dem vurur.»
Tarihi kelâm üstadının bu sözleri söyledikten
sonra atacağı ilâhi kahkakayı da duyar gibi oluyorum.
Fakat zarar yok. Hazret kahkahasını atadursun. Ben
maceramı anlatayım.
Başımın ağrısı birdenbire dindi. Yataktan
çıktım. Penceredekine doğru yürüdüm. Elimden tuttu. Benden
başka yirmi sekiz insanı ve terli çimentosuyla uyuyan koğuşu
bıraktık. Birdenbire kendimi o bir türlü göremediğimiz,
denizle duvarımızın birleştiği yerde, kayaların üstünde
buldum. Börklücenin müridiyle yan yana karanlık denizin
dalgalarını sessizce aşarak yılların arkasına, asırlarca
geriye, sultan Gıyaseddin Ebülfeth Mehemmed bin ibni
Yezidülkirişçi, yahut sadece Çelebi Sultan Mehmet devrine
gittik.
Ve işte size anlatmak istediğim macera bu
yolculuktur. Bu yolculukta gördüğüm ses, renk, hareket,
şekil manzaralarını parça parça ve çoğunu — eski bir
itiyat yüzünden —- bir çeşit uzunlu kısalı satırlar ve
arasıra kafiyelerle tesbit etmeğe çalışacağım. Şöyle ki:
1.
Sedirde al yeşil, dal dal Bursa ipeklisi,
duvarda mavi bir bahçe gibi Kütahyalı çiniler,
gümüş ibriklerde şarap,
bakır lengerlerde kızarmış kuzular nar idi.
Öz kardeşi Musayı ok kirişiyle boğup
yani bir altın leğende kardeş kanıyla aptest alarak
Çelebi Sultan Memet tahta çıkmış hünkâr idi.
Çelebi hünkâr idi amma
Âl Osman ülkesinde esen
bir kısırlık çığlığı, bir ölüm türküsü rüzgâr
idi.
Köylünün göz nuru zeamet
alın teri timar idi.
Kırık testiler susuz
su başarında bıyık buran sipahiler var idi.
Yolcu, yollarda topraksız insanın
ve insansız toprağın
feryadını duyar idi.
Ve yolların sonu kale kapısında kılıçlar şakırdar
köpüklü atlar kişner iken
çarşıda her lonca kesmiş kendi pirinden ümidi
tarumar idi.
Velhasıl hünkâr idi, timar idi, rüzgâr idi,
ahüzar idi.
2.
Bu göl İznik gölüdür.
Durgundur.
Karanlıktır.
Derindir.
Bir kuyu suyu gibi
içindedir dağların.
Bizim burada göller
dumanlıdırlar.
Balıklarının eti yavan olur,
sazlıklarından ısıtma gelir,
ve göl insanı
sakalına ak düşmeden ölür.
Bu göl İznik gölüdür.
Yanında İznik kasabası.
İznik kasabasında
kırık bir yürek gibidir demircilerin örsü.
Çocuklar açtır.
Kurutulmuş balığa benzer kadınların memesi.
Ve delikanlılar türkü söylemez.
Bu kasaba İznik kasabası.
Bu ev esnaf mahallesinde bir ev.
Bu evde
bir ihtiyar vardır Bedreddin adında.
Boyu küçük
sakalı büyük
sakalı ak.
Çekik çocuk gözleri kurnaz
ve sarı parmakları saz gibi.
Bedreddin
ak bir koyun postu üstüne
oturmuş.
Hattı talik ile yazıyor
«Teshil»i.
Karşısında diz çökmüşler
ve karşıdan
bir dağa bakar gibi bakıyorlar ona.
Bakıyor:
Başı tıraşlı
kalın kaşlı
ince uzun boylu Börklüce Mustafa.
Bakıyor:
kartal gagalı Torlak Kemâl..
Bakmaktan bıkıp usanmayıp
bakmağa doymıyarak
İznik sürgünü Bedreddine bakıyorlar..
3.
Kıyıda çıplak ayaklı bir kadın ağlamaktadır.
Ve gölde ipi kopmuş
boş
bir balıkçı kayığı
bir
kuş ölüsü gibi
suyun üstünde yüzüyor.
Gidiyor suyun götürdüğü yere,
gidiyor parçalanmak için karşı dağlara.
İznik gölünde akşam oldu.
Dağ başlarının kalın sesli sipahileri
güneşin boynunu vurup
kanını göle akıttılar.
Kıyıda çıplak ayaklı bir kadın ağlamaktadır,
bir sazan balığı yüzünden
kaleye
zincirlenen balıkçının kadını.
İznik gölünde akşam oldu.
Bedreddin eğildi suya
avuçlayıp
doğruldu.
Ve sular
parmaklarından dökülüp
tekrar göle dönerken
dedi
kendi kendine:
«— O âteş ki kalbimin içindedir
tutuşmuştur
günden güne artıyor.
Dövülmüş demir olsa dayanmaz buna
eriyecek yüreğim...
Ben gayrı zuhur ve huruç edeceğim!
Toprak adamları toprağı fethe gideceğiz.
Ve kuvveti ilmi, sırrı tevhidi gerçeklendirip
biz milletlerin ve mezheplerin kanunlarını
iptâl edeceğiz...»
•
Ertesi gün
gölde kayık parçalanır
kalede bir baş
kesilir
kıyıda bir kadın ağlar
ve yazarken
Simavneli «Teshil»ini
Torlak Kemâlle Mustafa
öptüler
şeyhlerinin elini.
Al atların kolanını sıktılar.
Ve İznik kapısından
dizlerinde çırılçıplak bir kılıç
heybelerinde el yazma bir kitapla çıktılar...
Kitaplarının adı:
«Varidat»dı.
4.
Börklüce Mustafa ile Torlak Kemâl, Bedreddinin elini öpüp atlarına binerek biri Aydın, biri Manisa taraflarına gittikten sonra ben de rehberimle Konya ellerine doğru yola çıktım ve bir gün Haymana ovasına ulaştığımızda
Duyduk ki Mustafa huruç eylemiş
Aydın elinde Karaburunda.
Bedreddinin kelâmını söylemiş
köylünün huzurunda.
Duyduk ki; «cümle derdinden kurtulup
piri pâk olsun diye,
on beş yaşında bir civan teni gibi, toprağın
eti,
ağalar topyekün kılıçtan geçirilip
verilmiş ortaya hünkâr beylerinin timarı zeameti.»
Duyduk ki...
Bu işler duyulur da durmak olur mu?
Bir sabah erken,
Haymana ovasında bir garip kuş öterken,
sıska bir söğüt altında zeytin danesi yedik.
«Varalım,
dedik.
Görelim,
dedik.
Yapışıp
sapanın
sapına
şol kardeş toprağını biz de bir yol
sürelim, dedik.»
Düştük dağlara dağlara,
aştık dağları dağları...
Dostlar,
ben yolculuk etmem bir başıma.
Bir ikindi vakti can yoldaşıma
dedim ki:
geldik.
Dedim ki:
bak
başladı karşımızda bir çocuk gibi gülmeğe
bir adım geride ağlayan toprak.
Bak ki, incirler iri zümrüt gibidir,
kütükler zor taşıyor kehribar salkımları.
Saz sepetlerde oynıyan balıkları gör:
ıslak derileri pul pul, ışıl ışıldır
ve körpe kuzu eti gibi aktır
yumuşaktır etleri.
Dedim ki bak,
burda insan toprak gibi, güneş gibi, deniz gibi
bereketli.
Burda insan gibi verimli deniz, güneş ve toprak..
5.
Arkamızda hünkârın ve hünkâr
beylerinin timar ve zeametli topraklarını bırakıp
Börklücenin diyarına girdiğimizde bizi ilk karşılayan üç
delikanlı oldu. Üçü de yanımdaki rehberim gibi yekpâre ak
libaslıydılar. Birisinin kıvırcık, abanoz gibi siyah bir
sakalı ve aynı renkte ihtiraslı gözleri, kemerli büyük bir
burnu vardı. Vaktiyle Musanın dinindenmiş. Şimdi Börklüce
yiğitlerinden.
İkincisinin çenesi kıvrık ve burnu
dümdüzdü. Sakızlı Rum bir gemiciymiş. O da Börklüce
müritlerinden.
Üçüncüsü orta boylu, geniş omuzlu. Şimdi
düşünüyorum da, onu, yolparacılar koğuşunda yatan ve o
yayla türküsünü söyliyen Hüseyine benzetiyorum. Yalnız
Hüseyin Erzurumluydu. Bu Aydınlıymış.
İlk sözü söyliyen Aydınlı oldu:
— Dost musunuz düşman mı? dedi. Dost
iseniz hoşgeldiniz. Düşman iseniz boynunuz kıldan incedir.
— Dostuz, dedik.
Ve o zaman öğrendik ki, Sarohan valisi
Sismanın ordusunu, yani toprakları tekrar hünkâr beylerine
vermek isteyenleri, bizimkiler Karaburunun dar, dağlık
geçitlerinde tepelemişlerdir.
Yine, o yolparacılar koğuşunda yatan
Hüseyin'e benziyeni dedi ki:
— Buradan ta Karaburunun dibindeki denize dek
uzayan kardeş soframızda bu yıl incirler böyle ballı,
başaklar böyle ağır ve zeytinler böyle yağlı iseler, biz
onları, sırma cepken giyer haramilerin kanıyla suladık da
ondandır.
Müjde büyüktü. Rehberim:
— Öyleyse tez dönelim. Haberi Bedreddine
iletelim, dedi.
Yanımıza Sakızlı Rum gemici Anastası da
alıp ve ancak eşiğine bastığımız kardeş toprağını
bırakarak tekrar Âl Osman oğullarının karanlığına
daldık.
Bedreddini İznikte, göl kıyısında bulduk.
Vakit sabahtı. Hava ıslak ve kederliydi.
Bedreddin.
— Nöbet bizimdir. Rumeline geçek, dedi.
Gece İznikten çıktık. Peşimizi atlılar
kovalıyordu. Karanlık, onlarla aramızda duvar gibiydi. Ve bu
duvarın arkasından nal seslerini duyuyorduk. Rehberim önden
gidiyor, Bedreddinin atı benim al atımla Anastasınki
arasındaydı. Biz üç anaydık. Bedreddin çocuğumuz Ona bir
kötülük edecekler diye içimiz titriyordu. Biz üç çocuktuk.
Bedreddin babamız. Karanlığın duvarı ardındaki nal sesleri
yaklaşır gibi oldukça Bedreddine sokuluyorduk.
Gün ışığında gizlenip, geceleri yol
alarak İsfendiyara ulaştık. Oradan bir gemiye bindik.
6.
Bir gece bir denizde yalnız yıldızlar
ve bir yelkenli vardı.
Bir gece bir denizde bir yelkenli
yapyalnızdı yıldızlarla.
Yıldızlar sayısızdı.
Yelkenler sönüktü.
Su karanlıktı
ve göz alabildiğine
dümdüzdü.
Sarı Anastasla Adalı Bekir
hamladaydılar.
Koç Salihle ben
pruvada.
Ve Bedreddin
parmakları sakalına
gömülü
dinliyordu küreklerin
şıpırtısını.
Ben:
— Ya! Bedreddin! dedim,
uyuklıyan yelkenlerin tepesinde
yıldızlardan başka bir
şey görmüyoruz.
Fısıltılar dolaşmıyor havalarda.
Ve denizin içinden
gürültüler duymuyoruz.
Sade bir dilsiz, karanlık su,
sade onun uykusu.
Ak sakalı boyundan büyük küçük ihtiyar
güldü,
dedi:
— Sen bakma havanın durgunluğuna
derya dediğin uyur uyur uyanır.
Bir gece bir denizde yalnız yıldızlar
ve bir yelkenli vardı.
Bir gece bir yelkenli geçip Karadenizi
gidiyordu Deliormana
Ağaçdenizine...
7.
Bu orman ki Deliormandır gelip durmuşuz
demek Ağaçdenizinde çadır kurmuşuz.
«Malûm niçin geldik,
malûm derdi derunumuz» diye
her daldan her köye bir şahin uçurmuşuz.
Her şahin peşine yüz aslan takıp gelmiş.
Köylü, bey ekinini, çırak çarşıyı yakıp
reaya zinciri bırakıp gelmiş.
Yani Rumelinde bizden ne varsa tekmil
kol kol Ağaçdenizine
akıp gelmiş...
Bir kızılca kıyamet!
Karışmış birbirine
at, insan, mızrak, demir,
yaprak, deri,
gürgenlerin dalları,
meşelerin kökleri.
Ne böyle bir âlem görmüşlüğü vardır,
ne böyle bir uğultu duymuşluğu var
Deliorman deli olalı beri....
8.
Anastası Deliormanda Bedreddinin
ordugâhında bırakıp ben ve rehberim Geliboluya indik. Bizden
önce buradan denizi yüzerek geçen olmuş. Galiba bir dildâde
yüzünden. Biz de denizi yüzerek karşı kıyıya vardık.
Lâkin bizi bir balık gibi çevik yapan şey bir kadın
yüzünü ay ışığında seyretmek ihtirası değil, İzmir
yoluyla Karaburuna, bu sefer şeyhinden Mustafaya haber
ulaştırmak işiydi.
İzmire yakın bir kervansaraya
vardığımızda, padişahın on iki yaşındaki oğlunun elinden
tutan Bayezid Paşanın Anadolu askerlerini topladığını
duyduk.
İzmirde çok oyalanmadık. Şehirden çıkıp
Aydın yolunu tutmuştuk ki bir bağ içinde, bir ceviz ağacı
altında, bir kuyuya serinlesin diye karpuz salmış dinlenen ve
sohbet eden dört çelebiye rastladık. Her birinin üstünde
başka çeşit libas vardı. Üçü kavukluydu, birisi fesli.
Selâm verdiler. Selâm aldık. Kavuklulardan birisi Neşrî
imiş. Dedi ki:
— Halkı ibahet mezhebine davet eden
Börklücenin üzerine Sultan Mehemmed Bayezid Paşa'yı
gönderir.
Kavuklulardan ikincisi Şükrüllah bin
Şihâbiddin imiş. Dedi ki:
— Bu sofinin başına birçok kimseler
toplandı. Ve bunların dahi şer'i Muhammediye muhalif nice
işleri âşikâr oldu.
Kavuklulardan üçüncüsü Âşıkpaşazâde
imiş. Dedi ki:
- Sual: Ahir Börklüce paralanırsa imanla mı
gidecek, imansız mı?
- Cevap: Allah bilir anın çünkim biz anın
mevti halini bilmezüz..
Fesli olan çelebi İlâhiyat Fakültesi tarihi
kelâm müderrisiydi. Yüzümüze baktı. Gözlerini
kırpıştırarak kurnaz kurnaz gülümsedi. Bir şey demedi.
Biz hemen atlarımızı mahmuzladık. Ve bir
bağ içinde, bir ceviz ağacı altında, bir kuyuya saldıkları
karpuzları serinletip sohbet edenleri nallarımızın tozları
arkasında bırakarak Aydına, Karaburuna, Börklücenin yanına
vardık.
9.
Sıcaktı.
Sıcak.
Sapı kanlı, demiri kör bir bıçaktı
sıcak.
Sıcaktı.
Bulutlar doluydular,
bulutlar boşanacak
boşanacaktı.
O, kımıldanmadan baktı,
kayalardan
iki gözü iki kartal gibi
indi ovaya.
Orda en yumuşak, en sert
en tutumlu, en cömert,
en
seven,
en büyük, en güzel kadın:
TOPRAK
nerdeyse doğuracak
doğuracaktı.
Sıcaktı.
Baktı Karaburun dağlarından O
baktı bu toprağın sonundaki ufka
çatarak
kaşlarını :
Kırlarda çocuk başlarını
Kanlı gelincikler gibi koparıp
çırılçıplak çığlıkları sürükleyip peşinde
beş tuğlu bir yangın geliyordu karşıdan ufku sarıp.
Bu gelen
Şehzade Murattı.
Hükmü hümâyun sâdır olmuştu ki Şehzade Muradın
ismine
Aydın eline varıp
Bedreddin halifesi mülhid Mustafanın başına ine.
Sıcaktı.
Bedreddin halifesi mülhid Mustafa baktı,
baktı köylü Mustafa.
Baktı korkmadan
kızmadan
gülmeden.
Baktı dimdik
dosdoğru.
Baktı O.
En yumuşak, en sert
en tutumlu, en cömert,
en
seven,
en büyük, en güzel kadın :
TOPRAK
nerdeyse doğuracak
doğuracaktı.
Baktı.
Bedreddin yiğitleri kayalardan ufka baktılar.
Gitgide yaklaşıyordu bu toprağın sonu
fermanlı bir ölüm
kuşunun kanatlarıyla.
Oysaki onlar bu toprağı,
bu kayalardan bakanlar, onu,
üzümü, inciri, narı,
tüyleri baldan sarı,
sütleri baldan koyu davarları,
ince belli, aslan yeleli atlarıyla
duvarsız ve sınırsız
bir kardeş sofrası gibi açmıştılar.
Sıcaktı.
Baktı.
Bedreddin yiğitleri baktılar ufka...
•
En yumuşak, en sert,
en tutumlu, en cömert,
en
seven,
en büyük, en güzel kadın :
TOPRAK
nerdeyse doğuracak
doğuracaktı.
Sıcaktı.
Bulutlar doluydular.
Nerdeyse tatlı bir söz gibi ilk damla düşecekti yere.
Birden-
- bire
kayalardan dökülür
gökten yağar
yerden biter gibi,
bu toprağın verdiği en son eser gibi
Bedreddin yiğitleri şehzade ordusunun karşısına
çıktılar.
Dikişsiz ak libaslı
baş
açık
yalnayak ve yalın
kılıçtılar.
Mübalâğa cenk olundu.
Aydının Türk köylüleri,
Sakızlı Rum gemiciler,
Yahudi esnafları,
on bin mülhid yoldaşı Börklüce Mustafanın
düşman ormanına on bin balta gibi daldı.
Bayrakları al, yeşil,
kalkanları kakma, tolgası tunç
saflar
pâre pâre edildi ama,
boşanan yağmur içinde gün inerken akşama
on binler iki bin kaldı.
Hep bir ağızdan türkü söyleyip
hep beraber sulardan çekmek ağı,
demiri oya gibi işleyip hep beraber,
hep beraber sürebilmek toprağı,
ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,
yârin yanağından gayrı her şeyde
her yerde
hep beraber!
diyebilmek
için
on binler verdi sekiz binini..
Yenildiler.
Yenenler, yenilenlerin
dikişsiz, ak gömleğinde
sildiler
kılıçlarının kanını.
Ve hep beraber söylenen bir türkü gibi
hep beraber kardeş elleriyle işlenen toprak
Edirne sarayında damızlanmış atların
eşildi nallarıyla.
Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların
zarurî
neticesi bu!
deme, bilirim!
O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim.
Ama bu yürek
o, bu dilden anlamaz pek.
O, «hey gidi kambur felek,
hey gidi kahbe devran hey,»
der.
Ve teker teker,
bir an içinde,
omuzlarında dilim dilim kırbaç izleri,
yüzleri kan içinde
geçer çıplak ayaklarıyla yüreğime basarak
geçer Aydın ellerinden Karaburun mağlûpları..*
(*) Şimdi ben bu satırları yazarken, «Vay,
kafasıyla yüreğini ayırıyor; vay, tarihsel, sosyal, ekonomik
şartları kafam kabul eder amma, yüreğim yine yanar, diyor.
Vay, vay, Marksiste bakın...» gibi laflar edecek olan bazı
"sol" geçinen delikanlıları düşünüyorum. Tıpkı
yazımın ta başında tarihi kelâm müderrisini düşünüp
kahkahasını duyduğum gibi.
Ve şimdi eğer böyle bir istidrad
yapıyorsam bu o çeşit delikanlılar için değil, Marksizmi
yeni okumaya başlamış, sol züppeliğinden uzak olanlar
içindir.
Bir doktorun verem bir çocuğu
olsa, doktor, çocuğunun öleceğini bilse, bunu fizyolojik,
biyolojik, bilmemne-lojik bir zaruret olarak kabul etse ve çocuk
ölse, bu ölümün zaruretini çok iyi bilen doktor, çocuğunun
arkasından bir damlacık gözyaşı dökmez mi ?
Paris Komunasının devrileceğini,
bu devrilişin bütün tarihî, sosyal, ekonomik şartlarını
önceden bilen Marksın yüreğinden Komunanın büyük ölüleri
«bir ıstırap şarkısı» gibi geçmemişler midir? Ve Komuna
öldü, yaşasın komuna! diye bağıranların sesinde bir damla
olsun acılık yok muydu?
Marksist, bir «makina - adam»,
bir ROBOTA değil, etiyle, kanıyla sinir ve kafası ve
yüreğiyle tarihî, sosyal, konkre bir insandır.
10.
Karanlıkta durdular.
Sözü O aldı, dedi:
«— Ayasluğ, şehrinde pazar kurdular.
Yine kimin dostlar
yine kimin boynun vurdular?»
Yağmur
yağıyordu boyuna.
Sözü onlar alıp
dediler ona:
«— Daha pazar
kurulmadı
kurulacak.
Esen rüzgâr
durulmadı
durulacak.
Boynu daha
vurulmadı
vurulacak.»
Karanlık ıslanırken perde perde
belirdim onların olduğu yerde
sözü ben aldım, dedim :
«— Ayasluğ şehrinin kapısı nerde?
Göster geçeyim!
Kalesi var mı?
Söyle yıkayım.
Baç alırlar mı?
De ki vermeyim!»
Sözü O aldı, dedi:
«—Ayasluğ şehrinin kapısı dardır.
Girip çıkılmaz.
Kalesi vardır,
kolay yıkılmaz.
Var git al atlı yiğit
var git
işine!..»
Dedim: «— Girip çıkarım!»
Dedim: «-—Yakıp yıkarım!»
Dedi: «—Yağış kesildi
gün ağarıyor.
Cellât Ali,
Mustafayı
çağırıyor!
Var git al atlı yiğit
var git işine!..»
Dedim: «— Dostlar
bırakın beni
bırakın beni.
Dostlar
göreyim onu
göreyim onu!
Sanmayınız
dayanamam.
Sanmayınız
yandığımı
el âleme belli etmeden
yanamam!
Dostlar
"Olmaz!"
demeyin,
"Olmaz!"
demeyin boşuna.
Sapından kopacak armut
değil bu
armut değil bu,
yaralı olsa da
düşmez dalından;
bu yürek
bu yürek benzemez
serçe kuşuna
serçe kuşuna!
Dostlar
biliyorum!
Dostlar
biliyorum nerde, ne
haldedir O!
Biliyorum
gitti gelmez bir daha!
Biliyorum
bir deve hörgücünde
kanıyan bir çarmıha
çırılçıplak bedeni
mıhlıdır
kollarından.
Dostlar
bırakın beni,
bırakın beni.
Dostlar
bir varayım göreyim
göreyim
Bedreddin kullarından
Börklüce Mustafayı
Mustafayı.»
•
Boynu vurulacak iki bin adam,
Mustafa ve çarmıhı
cellât, kütük ve satır
her şey hazır
her şey tamam.
Kızıl sırma işlemeli bir haşa
altın üzengiler
kır bir at.
Atın üstünde kalın kaşlı bir çocuk
Amasya padişahı şehzade sultan Murat.
Ve yanında onun
bilmem kaçıncı tuğuna ettiğim Bayezid Paşa!
Satırı çaldı cellât.
Çıplak boyunlar yarıldı nar gibi,
yeşil bir daldan düşen elmalar gibi
birbiri ardına
düştü başlar.
Ve her baş düşerken yere
çarmıhından Mustafa
baktı son defa.
Ve her yere düşen başın
kılı depremedi:
—İriş
Dede Sultanım iriş!
dedi bir,
başka bir söz demedi..
11.
Bayezid Paşa Manisaya gelmiş, Torlak
Kemâli anda bulup anı dahi anda asmış, on vilâyet teftiş
edilerek gidecekler giderilmiş ve on vilâyet betekrar bey
kullarına timar verilmişti.
Rehberimle ben, bu on vilâyetten geçtik.
Tepemizde akbabalar dolaşıyor ve zaman zaman acayip
çığlıklar atarak karanlık derelerin içine süzülüyorlar,
henüz kanları kurumamış körpe kadın ve çocuk ölülerinin
üstüne iniyorlardı. Yollarda, güneşin altında, genç,
ihtiyar erkek cesetleri serili olduğu halde, kuşların yalnız
kadın ve çocuk etini tercih etmeleri karınlarının ne kadar
tok olduğunu gösteriyordu.
Yollarda hünkâr beylerinin alaylarına
rastlıyorduk.
Hünkârın bey kulları; çürümüş bir bağ
havası gibi ağır ve büyük bir güçlükle kımıldanabilen
rüzgârların içinden ve parçalanmış toprağın üstünden
geçerek, rengârenk tuğları, davullarıyla ve çengü çigane
ile timarlarına dönüp yerleşirlerken biz on vilâyeti arkada
bıraktık. Gelibolu karşıdan göründü. Rehberime:
— Takatim kalmadı gayrı, dedim, denizi
yüzerek geçmem mümkün değil.
Bir kayık bulduk.
Deniz dalgalıydı. Kayıkçıya baktım. Bir
Almanca kitabın iç kapağından koparıp koğuşta başucuma
astığım resme benziyor. Kalın bıyığı abanoz gibi siyah,
sakalı geniş ve bembeyaz. Ömrümde böyle açık, böyle
konuşan bir alın görmemişimdir.
Boğazın orta yerine gelmiştik, deniz
durmamacasına akıyor, kurşun boyalı havanın içinde sular
köpüklenerek kayığımızın altından kayıyordu ki
koğuştaki resme benziyen kayıkçımız:
— Serbest insan ve esir, patriçi ve pleb,
derebeyi ve toprak kölesi, usta ve çırak, bir kelime ile
ezenler ve ezilenler, nihayet bulmaz bir zıddıyette birbirine
karşı göğüs gererek bazen el altından, bazen açıktan
açığa fasılasız bir mücadeleyi devam ettirdiler; dedi.
12.
Rumeline ayak bastığımızda Çelebi
Sultan Mehemmedin Selânik kalesindeki muhasarayı kaldırarak
Sereze geldiğini duyduk. Bir an önce Deliormana ulaşmak için
gece gündüz yol almağa başladık.
Bir gece yol kenarında oturmuş dinleniyorduk
ki, karşıdan Deliorman taraflarından gelip Serez şehrine
doğru giden üç atlı, doludizgin önümüzden geçti.
Atlılardan birinin terkisinde bir heybe gibi bağlanmış,
insana benzer bir karaltı görmüştüm. Tüylerim diken diken
oldu. Rehberime dedim ki:
Ben tanırım bu nal seslerini.
Bu köpükleri kanlı simsiyah atlar
karanlık yolun üstünden dörtnala geçip
hep böyle terkilerinde bağlı esirler götürdüler.
Ben tanırım bu nal seslerini.
Onlar
bir sabah
çadırlarımıza bir dost türküsü gibi gelmişlerdir.
Bölüşmüşüzdür ekmeğimizi onlarla.
Hava öyle güzeldir,
yürek öyle umutlu,
göz çocuklaşmış
ve hakîm dostumuz ŞÜPHE uykuda...
Ben tanırım bu nal seslerini.
Onlar
bir gece
çadırlarımızdan doludizgin uzaklaşırlar.
Nöbetçiyi sırtından bıçaklamışlardır
ve terkilerinde
en değerlimizin
arkadan
bağlanmış kolları vardır.
Ben tanırım bu nal seslerini
onları Deliorman da tanır..
Filhakika bu nal seslerini Deliormanın da
tanıdığını çok geçmeden öğrendik. Çünkü
ormanımızın eteklerine ilk adımımızı atmıştık ki,
Bayezid Paşanın diğer tedbiratı saibe ile ormana adamlar
bıraktığını, bunların karargâha kadar sokulup Bedreddinin
müritliğine dahil olduklarını ve bir gece şeyhimizi
çadırında uykuda bastırıp kaçırdıklarını duyduk. Yani
yol kenarında rastladığımız üç atlı Osmanlı tarihindeki
provokatörlerin ağababası idiler ve terkilerinde
götürdükleri esir de Bedreddindi.
13.
Rumeli, Serez
ve bir eski terkibi izafi:
HUZÛRU HÜMAYUN.
Ortada
yere saplı bir kılıç gibi dimdik
bizim ihtiyar.
Karşıda hünkâr.
Bakıştılar.
Hünkâr istedi ki:
bu müşahhas küfrü yere sermeden önce,
son sözü ipe vermeden önce,
biraz da şeriat eylesin ibrazı hüner
âdâb ü erkâniyle halledilsin iş.
Hazır bilmeclis
Mevlâna Hayder derler
mülkü acemden henüz gelmiş
bir ulu danişmend kişi
kınalı sakalını ilhamı ilâhiye eğip,
«Malı haramdır amma bunun
kanı helâldır» deyip
halletti işi...
Dönüldü Bedreddine.
Denildi: «Sen de konuş.»
Denildi: «Ver hesabını ilhadının.»
Bedreddin
baktı kemerlerden dışarı.
Dışarda güneş var.
Yeşermiş avluda bir ağacın dalları
ve bir akarsuyla oyulmaktadır taşlar.
Bedreddin gülümsedi.
Aydınlandı içi gözlerinin,
dedi:
— Mademki bu kerre mağlubuz
netsek, neylesek zaid.
Gayrı uzatman sözü.
Mademki fetva bize aid
verin ki basak bağrına mührümüzü..
14.
Yağmur çiseliyor,
korkarak
yavaş sesle
bir ihanet konuşması gibi.
Yağmur çiseliyor,
beyaz ve çıplak mürted ayaklarının
ıslak ve karanlık toprağın üstünde koşması gibi.
Yağmur çiseliyor,
Serezin esnaf çarşısında,
bir bakırcı dükkânının karşısında
Bedreddinim bir ağaca asılı.
Yağmur çiseliyor.
Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir.
Ve yağmurda ıslanan
yapraksız bir dalda sallanan şeyhimin
çırılçıplak etidir.
Yağmur çiseliyor.
Serez çarşısı dilsiz,
Serez çarşısı kör.
Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü
Ve Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü.
Yağmur çiseliyor.
TORNACI ŞEFİĞİN GÖMLEĞİ
Yağmur çiseliyordu. Dışarda, demir
parmaklıkların arkasındaki deniz ufkunda ve bu ufkun
üstündeki bulutlu gökte sabah olmuştu. Bugün bile gayet iyi
hatırlıyorum. İlkönce omuzumda bir elin dokunuşunu
duymuştum. Dönüp baktım. Tornacı Şefik. İçleri ışıl
ışıl, kapkara gözlerini yüzüme dikmiş:
— Bu gece uyumadın galiba, diyor.
Artık yukardan eşkıyaların zincir sesleri
gelmiyordu. Ortalık ağarınca onlar uykuya varmış olmalılar.
Gün ışığında nöbetçilerin düdük sesleri de manalarını
kaybediyor. Boyaları siliniyor ve ancak karanlıkta belli olan
sert çizgileri yumuşuyor.
Koğuşun kapısı dışardan açıldı.
İçerde çocuklar teker teker uyanıyorlar.
Şefik soruyor:
— Ne oldun, bir tuhaf halin var senin?
Şefiğe geceki maceramı anlatıyorum:
— Fakat, diyorum, hani gözümle gördüm.
Nah şu pencerenin arkasına geldi. Yekpare ak bir gömleği
vardı. Elimden tuttu. Bütün bir yolculuğu yan yana, daha
doğrusu onun rehberliğiyle yaptım..
Tornacı Şefik gülüyor. Bana pencereyi
göstererek:
— Sen, diyor, yolculuğu Mustafanın
müridiyle değil, benim gömleğimle yapmışsın. Bak, dün
gece asmıştım. Hâlâ pencerede..
Ben de gülüyorum. Simavne Kadısı oğlu
Bedreddin hareketinde bana rehberlik eden tornacı Şefiğin
gömleğini demirlerin üstünden alıyorum. Şefik gömleğini
sırtına geçiriyor. Bütün koğuş arkadaşları
«yolculuğumu» öğrendiler. Ahmed:
— Bunu yaz işte, diyor. Bir «Bedreddin
destanı» isteriz. Hem sana ben de bir hikâye anlatayım onu da
kitabın sonuna koyarsın...
Ahmedin anlattığı hikâyeyi işte
kitabımın sonuna koyuyorum.
AHMEDİN HİKÂYESİ
Balkan harbinden önceydi. Dokuz
yaşındaydım. Dedemle, Rumelinde, bir köylüye misafir olduk.
Köylü mavi gözlü ve bakır sakallıydı. Bol kırmızı
biberli tarhana içtik. Kıştı, Rumelinin kuru, çok bilenmiş
bir bıçak gibi keskin kışlarından biri.
Köyün adını hatırlıyamıyorum. Yalnız,
yola kadar bizimle gelen jandarma, bu köyün insanlarını
dünyanın en inatçı, en vergi vermez, en dik kafalı
köylüleri diye anlattıydı.
Jandarmaya göre bunlar, ne müslüman, ne
gâvurdular. Belki kızılbaştılar. Ama, tam da kızılbaş
değil.
Köye girişimiz hâlâ aklımdadır. Güneş
battı batacak. Yol don tutmuş. Yolda cam parçaları gibi
pırıldıyan kaskatı su birikintilerinde kızıltılar.
Köyün karanlığa karışmıya başlıyan ilk
çitlerinde bizi bir köpek karşıladı. İri, alacakaranlık
içinde kendi kendinden daha kocaman görünen bir köpek.
Havlıyordu.
Arabacımız dizginleri kastı. Köpek atların
göğüslerine doğru sıçrayıp saldırıyor.
Ben, «Ne oluyoruz?» diye başımı
arabacının arkasından dışarı uzattım. Arabacının
kırbacı tutan kolu dirseğiyle yüzüme çarparak kalktı ve
yılan ıslığı gibi ince bir şaklamayla köpeğin başına
indi. Tam bu sırada kalın bir ses duydum:
- Hey. Vurduğunu köylü, kendini kaymakam mı
sandın?
Dedem arabadan indi. Köpeğin kalın sesli
sahibine «merhaba» dedi. Konuştular. Sonra köpeğin bakır
sakallı, mavi gözlü sahibi bizi evinde konuk etti.
Kulağımda çocukluğumdan kalan birçok
konuşmalar vardır. Bunlardan çoğunun mânasını
büyüdükçe anlamış, kimisine şaşmış, kimisine gülmüş,
kimisine kızmışımdır. Fakat çocukken yanımda büyüklerin
yaptığı hiçbir konuşma mavi gözlü köylüyle dedemin o
geceki konuşmaları gibi bütün hayatımın boyunca müessir
olmamıştır.
Dedemin yumuşak, çelebice bir sesi vardı.
Ötekisi kalın, hırçın ve inanmış bir sesle konuşuyordu.
Onun kalın sesi diyordu ki:
— Hünkârın iradesi ve İranlı Molla
Haydarın fetvasıyla Serezde, çarşıda, yapraksız bir ağaç
dalına asılan Bedreddinin çırılçıplak ölüsü iki yana
ağır ağır sallanıyordu. Geceydi. Çarşının köşesinden
üç adam belirdi. Birisinin yedeğinde kır bir at vardı.
Eğersiz bir at. Bedreddinin asıldığı ağacın altına
geldiler. Soldaki pabuçlarını çıkardı. Ağaca tırmandı.
Aşağıda kalanlar kollarını açıp beklediler. Ağaca çıkan
adam Bedreddinin uzun ak sakalı altından ince boynuna bir
yılan çevikliğiyle sarılmış olan ıslak, sabunlu ipin
düğümünü kesmeğe başladı. Bıçağın ucu birdenbire
ipten kaydı ve ölünün uzamış boynuna saplandı. Kan
çıkmadı. İpi kesmekte olan delikanlı sapsarı oldu. Sonra
eğildi, yarayı öptü, doğruldu. Bıçağı attı ve
yarısından çoğu kesilen düğümü elleriyle açarak uyuyan
oğlunu anasının kollarına bırakan bir baba gibi Bedreddinin
ölüsünü aşağıda bekliyenlerin kollarına teslim etti.
Onlar çıplak ölüyü çıplak atın üstüne koydular. Ağaca
çıkan aşağı indi. En gençleri oydu. Çıplak ölüyü
taşıyan çıplak atı yedeğinde çekerek bizim köye geldi.
Ölüyü yamacın tepesinde kara ağacın altına gömdü. Ama
sonra hünkâr atlıları köyü bastılar. Atlılar gidince
delikanlı, ölüyü kara ağacın altından çıkardı. Hani
belki bir daha köyü basarlar da cesedi bulurlar diye. Bir daha
da dönmedi.
Dedem soruyor:
— Bunun böyle olduğuna emin misin?
— Elbette. Bunu bana anamın babası
anlattı. Ona da dedesi söylemiş. Onun dedesine de dedesi. Bu
böyle gider...
Odada bizden başka sekiz on köylü daha var.
Ocağın kızıla boyadığı alaca aydınlık dairenin
kıyılarında oturuyorlar. Arasıra bir ikisi kımıldanıyor ve
bu alaca aydınlık dairenin içine giren elleri, yüzlerinin bir
parçası, omuzlarından bir tanesi kırmızılaşıyor.
Bakır sakallının sesini duyuyorum:
— O gelecek yine. Çırılçıplak ağaca
asılan çırılçıplak gelecek yine.
Dedem gülüyor:
— Sizin bu itikadınız, diyor,
hırıstiyanların itikadına benziyor. Onlar da, İsa peygamber
tekrar dünyaya gelecektir, derler. Hattâ müslümanların
içinde bile İsa peygamberin günün birinde Şamı şerifte
gözükeceğine inananlar vardır.
Dedemin bu sözlerine, O, birden karşılık
vermiyor. Kalın parmaklı elleriyle dizlerini tuta tuta,
doğruluyor. Şimdi bütün gövdesiyle kırmızı dairenin
içindedir. Yüzünü yandan görüyorum. Büyük düz bir burnu
var. Kavga eder gibi konuşuyor:
— İsa peygamberin ölüsü etiyle,
kemiğiyle, sakalıyla dirilecekmiş. Bu yalandır. Bedreddinin
ölüsü, kemiksiz, sakalsız, bıyıksız, gözün bakışı,
dilin sözü, göğsün soluğu gibi dirilecek. Bunu bilirim
işte.. Biz Bedreddinin kuluyuz, ahrete, kıyamete inanmayız ki,
dağılan, fena bulan bedenin yine bir araya toplanıp
dirileceğine inanalım. Bedreddin yine gelecek diyorsak, sözü,
bakışı, soluğu bizim aramızdan çıkıp gelecektir, diyoruz.
Sustu. Yerine oturdu. Dedem, Bedreddinin
geleceğine inandı mı, inanmadı mı, bilmiyorum. Ben, dokuz
yaşımda buna inandım, otuz bu kadar yaşımda yine
inanıyorum.
SİMAVNE KADISI OĞLU
ŞEYH BEDREDDİN DESTANI'NA ZEYL
MİLLÎ GURUR
«SİMAVNE KADISI OĞLU BEDREDDİN DESTANI»
risalemin dördüncü formasının makina tashihlerini sabahleyin
matbaada yaptıktan sonra eve gelmiş, bu destanı yazmak için
kullandığım notları, bir hapishanede geceleri doldurulmuş
hatıra defterimi gözden geçiriyordum.
Artık son forması da baskı makinası
altında gidip gelmeğe başlıyan risaleme bir kelime bile
ilâve edemiyeceğimi biliyordum. Fakat bana bir şeyler unuttum
gibi geliyordu. Bana öyle geliyordu ki, tek bir satır yazı
yazdım; fakat bu satırın sonuna nokta koymasını unuttum.
Vakit öğleye yakındı. Şafakla beraber
çalkalanmağa başlıyan lodos, ağır bulutların üstüne
boşanmasıyla durulmuştu. Çok geçmeden yağmur da dindi.
Gökyüzünün karanlığı yol yol yarıldı. Ağır perdeleri
birdenbire düşen bir pencere gibi hava açıldı.
Ve ben, hapishane gecelerinde doldurulmuş bir
hatıra defterinde «Destan»ımın sonuna koymasını unuttuğum
noktayı arayıp dururken Süleymaniye'yi gördüm.
Açılan öğle güneşinin altında Sinan'ın
Süleymaniye'si bulutlara yaslanmış bir dağ gibiydi.
Evimin penceresiyle Süleymaniye'nin arası en
aşağı bir saattir. Fakat ben onu elimi uzatsam
dokunacakmışım gibi yakın görüyordum. Bu, belki,
Süleymaniye'yi en küçük girinti ve çıkıntısına kadar
ezbere, gözüm kapalı bile görebilmeğe alıştığım
içindir.
Rüzgâr, deniz, endamlı ince kemerleri
üstünde nasıl durabildiğine şaşılan eski bir taş köprü,
«Çarşambayı sel aldı» türküsü, bir yağlığın
kenarındaki «oya», bütün bunlar nasıl, ne kadar bir Cami
değilse, bütün bunların Cami olmakla ne kadar alakaları
yoksa, bence Süleymaniye de öyle ve o kadar Cami değildir;
minarelerinde beş vakit ezan okunmasına ve hasırlarına alın
ve diz sürülmesine rağmen Süleymaniye'nin de camilikle o
kadar alakası yoktur.
Süleymaniye, benim için, Türk HALK
dehasının; şeriat ve softa karanlığından kurtulmuş;
hesaba, maddeye, hesabla maddenin ahengine dayanan en muazzam
verimlerinden biridir. Sinan'ın evi, maddenin ve aydınlığın
mabedidir. Ben ne zaman Sinan'ın Süleymaniye'sini hatırlasam
Türk emekçisinin yaratıcılığına olan inancım artar.
Kendimi ferâha çıkmış hissederim.
İşte bu sefer de, büyük bir Türk halk
hareketi için yazdığım bir risalede unuttuğumu sandığım
son noktayı ararken Süleymaniye'mizi, biraz önce yağan
yağmurla yıkanmış, açan güneşin altında pırıl pırıl
görünce aradığımı birdenbire buldum. Ferahladım.
Bulduğumu hatıra defterimin son sayfalarında okudum. Ve
anladım ki «Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı»
isimli risaleme; belki on satırlık, belki on sayfalık bir zeyl
yazmak mecburiyetindeyim.
***
Mevzuu bahis risalemin sonunda «AHMED'İN
HİKÂYESİ» diye bir fasıl vardır. Bulduğum ve hatıra
defterimde okuduğum ve risaleme zeyl olarak yazmak mecburiyetini
duyduğum «nokta» bana Ahmed bu hikâyeyi anlattıktan sonra
onunla yapmış olduğum bir konuşmadır.
Bu konuşmayı olduğu gibi aşağı
geçiriyorum:
«Dışarıda çiseleyen yağmura, koğuşun
terli çimentosuna ve yirmi sekiz insanına Ahmed hikâyesini
anlatıp bitirmişti. Ben:
— Ahmed, demiştim, bana öyle geliyor ki sen
Bedreddin hareketinden biraz da millî bir gurur duyuyorsun.
Sesime tuhaf bir eda vererek söylediğim bu
cümlenin içinde, Ahmed, «millî gurur» terkibini birdenbire
bir kamçı gibi eline almış, onu suratımda şaklatmış ve
demisti ki:
— Evet, biraz da millî bir gurur duyuyorum.
Tarihinde Bedreddin hareketi gibi bir destan söyliyebilmiş her
milletin şuurlu proleteri bundan millî bir gurur duyar. Evet,
Bedreddin hareketi aynı zamanda benim millî gururumdur. Millî
gurur! Sözlerden ürkme! İki kelimenin yan yana gelişi seni
korkutmasın. Lenin'i hatırla. Hangimiz Lenin kadar
beynelmilelci olduğumuzu iddia edebiliriz? Lenin, yirminci
asırda beynelmilel proletaryanın, dünya emekçi kitlelerinin,
beynelmilel proleter demokrasisinin en büyük beynelmilelci
rehberi, 1914 senesinde «Sosyal Demokrat»ın 35'inci
numarasında ne yazmıştı?
Eğer Ahmed, «Lenin filânca mesele hakkında
ne yazmıştı?» demiş olsaydı, herhalde aramızda böyle bir
sorgunun cevabını verenler bulunurdu. Fakat
«Sosyal-Demokrat»ın 35'inci numarası diye konulan mesele
hepimizi şaşırttı. Ve hiçbirimiz 35'inci numarada neler
yazılmış olduğunu hatırlıyamadık. Ahmed bu
şaşkınlığımız karşısında gülümsedi. — Zaten o en
derin acıdan en büyük sevince kadar bütün duygularını hep
bu meşhur gülümseyişiyle ifade eder — ve aşağı yukarı
bütün Lenin külliyatının ana fikirlerini sayfaları ve
satırlarıyla taşıyan hafızasından bize şu cümleleri
okudu:
«... Biz şuurlu Rus proleterleri millî
şuur duygusuna yabancı mıyız? Elbette hayır! Biz dilimizi ve
yurdumuzu severiz, onun emekçi kütlelerini (yani nüfusunun
9/10'unu) şuurlu bir demokrat ve sosyalist yaşayışına
yükseltebilmek için herkesten çok çalışan biziz. Çar
cellâtlarının, asılzadelerin ve kapitalistlerin bizim güzel
yurdumuzu nasıl ezdiklerini, onu nasıl sefil kıldıklarını
görmek herkesten çok bize ıstırap verir. Ve bu zulümlere
bizim muhitimizde, Rusların muhitinde de karşı konulmuş
olması; bu muhitin Radişçev'i, Dekabristleri, 70 senelerinin
inkilâpçılarını ortaya çıkarmış bulunması; Rus
amelesinin 1905 senesinde muazzam bir kitle fırkası yaratması;
aynı zamanda Rus mujiğinin demokratlaşarak büyük toprak
sahiplerini ve papazları defetmeğe başlaması bizim
göğsümüzü kabartır...
«... Biz millî gurur duygusuyla meşbuuz.
Çünkü Rus milleti de inkikâpçı bir sınıf yaratabildi. Rus
milleti, de beşeriyete yalnız büyük katliâmların, sıra
sıra darağaçlarının, sürgünlerin, büyük açlıkların,
çarlara, pomeşçiklere, kapitalistlere zilletle boyun
eğişlerinin nümunelerini göstermekle kalmadı; hürriyet ve
sosyalizm uğrunda büyük kavgalara girişebilmek istidadında
olduğunu da ispat etti.
«Biz millî gurur duygusuyla meşbuuz ve
bilhassa bundan dolayı kendi esir mazimizden nefet ediyoruz.
Bizim esir mazimizde pomeşçiklerle asilzadeler Macaristan'ın,
Lehistan'ın, İran'ın, Çin'in hürriyetini boğmak için
mujikleri muharebeye sürüklemişlerdi. Biz millî gurur
duygusuyla meşbuuz ve bilhassa bundan dolayı bugünkü esir
halimizden; aynı pomeşçiklerin kapitalistlerle uyuşarak
Lehistan ve Ukranya'yı ezmek, İran'da ve Çin'deki demokratik
hareketi boğmak, millî haysiyetimizi berbat eden Romanof'lar,
Bogrinski'ler, Purişkeviç'ler çetesini kuvvetlendirmek için
bizi harbe sürüklemek istemelerinden nefret ediyoruz. Hiç
kimse esir doğmuş olduğundan dolayı kabahatli değildir.
Fakat esaretini haklı bulan, onu yaldızlayan (meselâ
Lehistan'ın, Ukranya'nın v.s.'nin ezilmesine Rusların «vatan
müdafaası» adını veren) esir, yeryüzünün en aşağılık
mahlûkudur.»*
Lenin'den bu satırları bir solukta okuduktan sonra Ahmed birdenbire susmuş, nefes almış ve yine o meşhur gülümseyişiyle:
— Evet, demişti, bizim muhitimiz de
Bedreddin'i, Börklüce Mustafa'yı, Torlak Kemâl'i, onların
bayrağı altında dövüşen Aydınlı ve Deliormanlı
köylüleri yaratabildiği için, ben şuurlu Türk proleteri,
millî bir gurur duyuyorum. Millî bir gurur duyuyorum, çünkü
derebeylik tarihinde bile bu milletin emekçi kütleleri (yani
nüfusunun 9/10'u) Sakızlı Rum gemiciyi ve Yahudi esnafını
kardeş bilen bir hareket doğurabilmiştir. Çünkü unutmayın
ki «başka milletleri ezen bir millet hür olamaz.»
«Simavne Kadısı Oğlu Bedreddin Destanı»
isimli risaleme bir önsöz yazmak istemiştim. Bedreddin
hareketinin doğuş ve ölüşündeki sosyal-ekonomik şartlar ve
sebepleri tetkik edeyim, Bedreddin'in materyalizmiyle
Spinoza'nın materyalizmi arasında bir mukayese yapayım,
demiştim. Olmadı. Buna karşılık risalemin zeyline kısa bir
«sonsöz» yazdım. Şöyle ki:
Bana Ahmed:
— Senden bir «Bedreddin destanı» isteriz,
demişti.
Ben, benden istenenin ancak bir karalamasını
becerebildim. Daha iyisini de yapmağa çalışacağım. Fakat
tıpkı benim gibi Ahmed'in dostu, arkadaşı, kardeşi olduğunu
söyliyenler, benden istenen sizden de istenendir.
Ahmed'e, Bedreddin hareketini bütün
azametiyle tetkik eden kalın ilim kitapları, Karaburun ve
Deliorman yiğitlerini, etleri, kemikleri, kafaları ve
yürekleriyle oldukları gibi diriltecek romanlar,
Ne ah edin dostlar, ne ağlayın!
Dünü bugüne
bugünü yarına bağlayın!
diyen şiirler, boyaları kahraman tablolar lâzım.
(*) Lenin Külliyatı, baskı 1935, cild 18, sayfa 80, 81, 82, 83'de (Rusların millî gururu) isimli makaleyle — ki bu makale 1914 senesinde «Sosyal Demokrat»ın 35'inci numarasında çıkmıştır — Ahmed'in o gün bize hafızasından okuyup derhal tercüme ettiği satırları bilâhara karşılaştırdım. Ahmed ezbere okuyup tercüme ettiği parçaların yalnız cümle kuruluşlarında bazı değişiklikler yapmış. Fikirde hiçbir hata olmadığı için ben Ahmed'in tercümesini aynen aldım.