kimden: akubilayb

 

Kalbim Kadar Temiz Bu Dosyayı

Kalbim kadar temiz bu yeni dosyayı Xmedya'ya her hafta yazmayı vatani
bir vazife bildiğim yazılardan birini daha yazmak için açtım.

Hayvan isimli mevkute var elimde. Daha bugün bayiden aldım. Ece
Temelkuran'la Cem Mumcu söyleşiyorlar. Güzel de söyleşiyorlar. Hayvan
dergisinde en çok "sokaktaki adam"la yapılan ropörtajları
beğeniyorum. Sadece sokaktaki adam mı? Hayır, mezbahadaki, anfideki,
troleybüsteki, bitpazarındaki adamla da konuşuyorlar, meclisteki
adamla konuşuyorlar... (Meclisteki adam derken, yanlış anlamayın,
meclisin çaycısını, mebus sekreterlerini falan kastediyorum.)
Derginin kapağında dört kare fotoğraf var. Birinci karede Ece
Temelkuran ve Cem Mumcu var, bu kareye "vicdan" yazmışlar. İkinci
karede Yılmaz Giney var, onun üzerine "tutku" yazmışlar. Üçüncü
karede Ahmet Ümit var, onun nasibine "cinayet" düşmüş. Son karede
ise "ölüm" yazıyor. Adı sanı öncekiler kadar duyulmadık bir sanat
insanı imiş... Bence Yılmaz Güney'le, Ahmet Ümit'in yazıları
karışmış... Yılmaz Giney'in üstüne "cinayet" yazılmalıydı. Ömrü
boyunca gerçekten yaptığı tek iş Adana'daki o hukuk adamını
vurmaktır. Yoksa filmleri filan fassa fisso... Cinayeti savunmuyorum,
savunmam da, ama tam bir eylem arıyorsanız Yılmaz Giney'de işlemeyi
başardığı cinayete bakınız. Filmleri buram buram Üçüncü Dünya kokar,
Yeşilçam kokar, Ayşecik ile Ömercik kokar... Sonra ver elini
Fıransa... Gel keyfim gel... Neyse, derginin üçüncü sayfasını
açıyorum.. Eylül başlıklı bir yazı. Yazarı Ragıp Duran... Geç babam
geç. Daha milliyetini, dinini gizleyen adamdan samimiyet dersi alacak
kadar televole kuşağı olamadık. Sen önce mensubu olduğun gizli kavmi
teşrih et, öyle derin derin freudyen analizler yapana kadar. Yürrü
anca gidersin Sevici Sabatay seni... İkinci sayfada Elif Şafak, Bacım
Memleket Nire? Başlıklı yazısında, bir "kadın" romancı sıfatıyla
yurtdışında, yani Batı'da reva görüldüğü muameleyi, ve kişiliğiyle
karşı koyuşunu güzel yazmış. Yok efendim, müslüman ülkede kadın
romancı olmak zor muymuş, yok baskı görüyor muymuş, estek köstek.
Güzel haşlamış Elif ablam ecnebileri. Size ne ulan, der gibi olmuş,
dememiş, "her öznenin kendi gerçeği olduğu gerçeğini" hatırlatmış da
ecnebilerin kafasına dank etmiş, mevzuyu değiştirmişler. Aynı
sayfada, Elif Şafak'ın solunda Metin Üst var, kitap isimlerini alt
alta dizmiş, güzel bir şiir olmuş. Saydım. Tam otuzbeş yazarın,
şairin kitap isimleri onlar. Güzel de şiir olmuş. Neymiş, herkes şiir
yazabilirmiş. Dördüncü ve beşinci sayfalar "Alooo, Hayvan'dan
Arıyoruz"a ayrılmış. Beyoğlu gazetesini, Özgür Hayat dergisini, Melen
Şarapçılığı, Picus dergisini, İmlasız dergisini, Teori ve Politika
dergisini, Akut'tan Nasuh Mahruki'yi, Kuru Sıkı Tabanca pazarlamayı
ve son olarak da Ilgaz Ayranlarını aramışlar. Ilgaz Ayran, bunlara
bir koli ayran yolluyor röportajların sonunda. Onlar da derginin biz
okurların eline geçtiği şu günlerde, ayranları soğuk soğuk veya
soğutup, soğutup içmiş olmaları lazım. Bu da güzel. Ben bi tek Picus
dergisine gıcık oldum abi. Picus mudur, Piçus mudur. Neymiş, "kitabın
Batı'da olduğu gibi sanayiye taşınmasına yardımcı olmak için
çıkarttık diyebiliriz." Peh peh. Bak şunların yediği naneye. "Sadık
olmayan okuru da baştan çıkarıcı formatlar bulmaya çalışıyoruz.
Örneğin Ümit Karan ile Murathan Mungan'ın buluşması böyle bir
konsepte sahip." Sizi entegreytid markıtink komunikeyşıncılar sizi.
Murathan Mungan. Murathan Mungan. Seni Mardin azınlığı seni. İlla
azınlık mı olmak lazım bu beyler tarafından pazarlanmak için. Yahut
ibne? Bu arada ne öğreniyoruz: Picus, ağaçkakan demekmiş, aynı
zamanda ileriyi gören bir kralın adıymış, aynı zamanda ağaçkakan da
mitolojide ileriyi görürmüş, geleceği görürmüş... Evet, o adı neydi
unuttum kral da, bizim ağaçkakan da ileriyi görebilir miymiş,
görebilemez miymiş bilemem ama, bildiğim tek şey varsa, bu
Piçus'ların önlerini bile göremediği. Yahu savrulun, yeni bir Türkiye
geliyor, siz hala muharref tevrat kaynaklı pazarlama yöntemlerinden
medet umuyorsunuz. Devam ediyoruz Hayvan'ın üzerinde, içinde
gezinmeye... Altıncı sahifede, Mert Özmen isminde, ki metnin
üstündeki resim kendisine ait ise, gayet karizmatik görünümlü, "sıkı"
adam / yazar, yazısında Kendisi Gibidir İnsanın İyisi Ya da "Yürrü
Anca Gidersin" başlığının altında, kolejli züppelerden hazzetmediğini
söylemiş. Bizim insanımızı hor gören, kendiyle barışık olmayan
tipleri "kolejli" gibi masum bir sıfatla iğneliyor oldukları yerde.
Bu sevgili kardeşimiz, neydi adı, Mert Özmen, bu kolejlilerin içinde
bulundukları (dikkat edin içinden çıktıkları demiyorum) toplumu hor
görmelerinin kolejli olmalarından değil, aslında müslüman denizinde
Sabatay Sabatay gezen balıklar olmalarından kaynaklandığını, bu hor
görüşün gizli teşkilatlanmalar halinde halkımızdan tahsil edilen
televoleler, hortumlar, vurgunlar, soygunlar şeklinde cereyan
ettiğini, enkırmen, enkırmen de hala devam ettiğini bilmiyor. Olsun
bilmesin, şimdi bulunduğu tenkit ufku da güzel bir yerdir, ilerde
yollarımız bir şekilde kesişir nasılsa. Evet, Mert Özmen kardeşimiz,
sana da, bize de fırsat eşitliği istiyoruz, başka bir şey değil. Mert
Özmen kardeşimizin sol tarafında bir karikatür adası var.
Denizaltılar hakkında üfürükten tayyare ama hoşça seyir geçirten
çizgiler ve yazılar konmuş oraya. Sonra Yedinci sahifeye geçiyoruz
boğulmadan sağ salim. "İlk Önce Vicdanı Kaybetmek Gerekiyor Sonrası
Kolay" başlıklı röportaj, Ece Temelkuran ve Cem Mumcu'nun kimin
ötekini konuşturduğu anlaşılmayan o yüzden röportajcının kim,
kendisiyle röportaj yapılanın kim olduğunu anlayamadığımız bir metin
haline gelmiş... Olsun, ne anlamsız bir cümleydi bu kurduğum. Mühim
olan bu güzel sohbet. Benim hoşuma gitti. Hoşuma geldi ya da. Bunlar
her ne kadar piyasa malı gibi görünseler de uzaktan yakından bakınca,
eğer astigmat değilseniz çok şair, çok insan gibi insanlar. Ümit
görüyorum bunlarda. Hem de dil, din, ırk ayrımı yapmadan. İşte
evrensel kulların kardeşliği budur. Sevgili okur, her kimsen, şimdi
beni okuyorsun ya, dürüst olmam gerekiyor, derginin kalan
kısmına "şöyle" bi baktım. O yüzden müsaade et, dergiyi okuyup,
okuyup, yine sana döneyim. Zaten röportajın da hepsini daha okumadım.
Ama bu iki güzel insanın sohbetleri içimdeki yazarı uyandırdı, nasıl
heyecanlandım, nasıl böyle yarı orgazmik bir vaziyette klavyenin
başına koştum, anlatamam. Buraya gelmeden önce de, sarı yapraklı,
siyah halkalı deftere de "Usta Şair Mahfi" şelalesinden dökülenlerden
bir kısmını kaydettim. "Usta Şair Mahfi" son romanım. Ruhi roman
diyebileceğiz bitince.
-/-
Dergiyi bitirdim ve döndüm. Nerede kalmışız... Hımm... Ece
Temelkuran'la Cem Mumcu'nun röportajında kalmışız. "Çünkü
duyarsızlaştırma diye bir şey var. Hepsi 'mış gibi' yüzünden. Bu
cümleyi kuran Cem Mumcu, Alev Alatlı'yı okumuş mudur bilmem, ama
bunun güzel bir tespit olduğunu biliyorum. Röportaj - sohbette bir de
yazarlarla tanışmanın insanda hayal kırıklığı doğurabileceğini
söylüyorlar, doğru. Ben her aynaya baktığımda "işte sükut-u hayalle
başlanan bir gün daha" diyorum aynadaki hayalime.Onuncu sayfada
karikatür hikayesi var. Çizer arkadaşamızı, küçükken, ağaçların
geceleri dolaşmaya çıktığını zannedermiş. Bence hala öyle zannediyor.
Onbirinci sayfada Ahmet Erhan isimli, cahilliğimi bağışlayınız, ilk
defa adını duyduğum bir şair, şiiri halletmiş de şiir dünyasının,
piyasasının eleştirisine başlamış. Pek de haksız sayılmaz. 90'lı
yılların başında şiir kitaplarının beşbin sattığını şimdi ise beşyüz
ancak satabildiğini söylüyor şair - yazar. Bu duruma da her aklına
esenin şiir yayınlamasının, şiir kitabı çıkarmasının halkta bir
bıkkınlık doğurduğunu, bunun da satışlara etki ettiğini, kendisinin
de şairim demeye utandığını yazıyor. Şiir intihar etti diyecekken vaz
geçiyor, çünkü intihar yaşayanların yapabileceği bir iştir, onun
yerine "Şiirin Geçici İntiharı" diyor. Ki ben, o mantıktan yola
çıkıp, o fikri böyle ifade eden adamı, ifade gücünün zayıflığından
dolayı büyük şair görmem zaten. Sayfanın solunda Yılmaz Giney'in
kocaman, kafası kasketli bir resmi var üzerinde de adı geçenin
yazdıklarından bir alıntı var. "Bir roman, bir hikaye ya da bir
senaryo çalışmasını bitirişimin hemen ardından, yüreğimi, artık bir
daha bir şey yazamayacağım sanısının yarattığı korkular ve yıpratıcı
kaygılar doldurur. Uykularım bölünür.."falan filan. Yahu bu Yılmaz
Giney kendini büyük bir sanatçı, öyle dahi filan zannediyormuş
galiba. "Sanki daha önce başarılı bulunan, milyonlarca insanı
etkileyen birçok eserin yaratıcısı ben değilim, sanki onları benim
dışımda tanımadığım biri yazmıştır." İşte buna çok güldüm. Şimdi şu
televolelerin, eğer varsa metin yazarı, ya da milyonlarca halkımızı
televizyon başına zincirleyen saçma salak dizilerin senaristleri de
böyle "milyonları etkileyen pek çok eserin yaratıcısı ben değilmişim
gibime geliyor" türünden cümleler kuracak mıdır ilerde merak
ediyorum. Gereksiz ve kalitesiz adamlarla uğraşmayı bırakıp, onikinci
sahifeye geçiyoruz. Kim varmış burada. Evet, Ahmet Ümit, Türk
polisiyecisi. Ümit'in kitablarını henüz okumadım. O yüzden atıp,
tutmayacağım. Son romanının adı "Beyoğlu Rapsodisi"ymiş, Hayvan
dergisinden "şu son romanınla ilgili bir yazı yaz" denmiş, o da
oturmuş, Beyoğlu'nun nasıl kozmopolit ve yeryüzünde eşi benzeri
bulunmaz bir yer olduğunu, orada yaşadığını filan yazmış. İlgi çekici
bir yazı. Ahmet Ümit, yazının bir yerinde "Türkiye'de polisiye roman
çıkacaktır" diyor. Çıksın bakalım. Çıksın, satsın, piyasa açılsın
biraz. Ben de bir gün polisiye yazmayı düşünüyorum zaten. Onüçüncü
sayfanın en solundaki sütunda "Neler Gördüm" başlığı var.
Yazar "Bakangör" bir şey almak için girip üç şey aldığı
süpermarkette" gördüklerini sürrealist bir tarzda yazıyor. Bu da
edebiyat. İtiraz etmeyin, hoşuma gidiyor bu tür şeyler. Ondört ve
onbeşinci sayfalarda "Kadını Kadın Erkeği Erkek Yapan Objeler" var.
Çiçek, mini etek / yüksek topuk, gelinlik, el işi, annelik, parfüm,
makyaj, kalça, korse, dedikodu, cımbız, mutfak, araba, babalık, beyaz
fanila, cüzdan, beyaz çorap, kol saati, bıyık, çakmak, kravat, takım
elbise, tabanca, tespih, tarak. Araba olarak Mercedes resmi
koymuşlar. Bıyıklı adam çok itici, tabanca toplu altılı, çakmak yanar
vaziyette bırakılmış, mutfaktaki kadın Türk kadınına benzemiyor,
tespihler fazla uzun, andız ağacından olanı yok mu, hani çekildikçe
kararan, en sonunda inci gibi, siyah inci gibi parıl parıl
yananından, kadının kalçalısı, yemeğin salçalısı özdeyişine uygun
olarak kanapeye uzanmış hatun kesinlikle Beyaz Rus, dedikoduyu
erkekler de yaparmış, babalık için kullanılan resimdeki baba da
çıplak olmak zorunda mı kardeşim, en sonda da benim naylon tarağım
var. Onaltı ve onyedinci sayfalar "12 Eylül Çocukları"na ayrılmış.
Reşat Çalışlar, Uğur Yağmurdereli, Çiğdem Mater karşılıklı
konuşuyorlar. Yahu benim yine satır aralarında Sabatayça gören
latifem çalışıyor galiba. Ah ne büyük bir gizmiş o! Şimdi de mağdur
solcuların çocukları sıfatıyla ordalar. Aklıma bu kartel medyacısı
çocukları gördükçe, 12 Eylül mağduru Türkmen solcularının sanayide
lastiklere hava basan çocukları geliyor. Hakikaten ahir zamanmış
diyorum. Onsekizinci sayfada Can Yücel var. Burada yazılmamış ama Can
Yücel'in en sevdiğim şiiri: "Seke seke ben geldim / Sike sike
gidiyorum." İşte Can Yücel konsantre tarihçe-i hayatı. Bu Can Yücel,
kendisine kartpostal şairi diyen Duygu Asena'ya "Kart sensin, postal
da sana girsin" demişti de, SabaTaRTmancı, yayına ara vermek zorunda
kalmıştı. Rahmet dilemeyeceğim, çünkü imansızın tekiydi, tek satırlık
şairliği yoktu aslında ama hayatı bir çeşit şiirdi. Yirmi, yirmibir,
yirmiiki, yirmiüçüncü sayfalar, ressam Rafet Ekiz'e ayrılmış. Hazret
vefat etmiş geçenlerde, onu tanıyanlardan, akrabalarından,
dostlarından birkaç satır laf almışlar. Bu Rafet Ekiz, yaşarken
hakikaten ilginç adammış. Cebinde sarmısakla dolaşır, çekirdek çitler
gibi sarmısak yer ve etrafındakilere de yedirirmiş. Bir sürü
gariplikleri olan bir adam. Met Üst anlatıyor: "Rafet Ekiz, 20.
Yüzyılın bu çağa, bu hayata, bu insanlara ve bu ilişkiler yumağına
rağmen Van Gogh, Gaugin, Lautrec gibi bir ressam hayatı yaşıyordu.
Çevresine yaydığı eski, avantür, mavra ve keyifli havanın
hastasıydım. Onunla ne zaman karşılaşsak bir roman karakterinin
karşısındaymış gibi gözlerim faltaşı gibi açılır, mal mal seyrederim.
Duyunca çok üzüldüm, sabahladığımız için cenazesine gidemedim. "Büyük
Ressam", "Büyük Sanatçı" ayaklarına hiç yatmamış Rahmetli, olduğu
gibi görünmüş, çırılçıplak. Hakkında Rafetçe diye bir kitap
hazırlanıyormuş, elime geçerse okurum. Yirmiüçüncü sayfanın sol
tarafına yaslanmış şekilde "Çengelli İğne" isimli, resimli bir bant
hikaye var. Neymiş, kız hergün eve geç geliyormuş da evdekilerin o
tavrı hakkında felsefe yapılıyor efendim. Kız bu duruma o kadar
alışmış ki, izinli olduğu gece yarıları bile huzursuzluk yakasını
bırakmıyormuş. Estek köstek. Kim çizdiriyor bu kız çocuklarına
böyle "kaliteli" dergilerde yahu. Kızım sen kimin kızısın? Soyadın
Demirci olduğuna göre çevren de vardır senin... Yoksa bir anadolu
kızı olsaydın, bir Türk, Çerkez, Kürt nah çizerdin bu
seviyesizliğinle... Kiçsin kiiiç. Yirmidördüncü sayfada Bülent
Ortaçgil. Herkesi sevmek zorunda değilim. Okuyorum, yorumlamadan
geçiyorum. Haddimi bilirim ben, müzikten filan anlamam. Yirmibeşinci
sayfada Türk Popu'nun ilk starlarından biri olan Tülay German'dan
bahsediliyor. Pop yapmış da bir kaç "halk" tepkisi görünce "buralarda
can güvenliğimiz yok şekerim" diyerek Paris'e taşınmış, orda
yaşarmış. Bu hatun da o "ailelerden"... Türk ismini iğreti taşıyor
zaten. Yirmialtıncı sayfada Gülay Batur çiziyor. Batur soyadı... Yahu
ben de amma komplocuyum, Bu batur, o "batur"sa, bu kızcağız da
avdetilerden olmalı... "Ben Sanatçının Sürünenini Severim" diyor.
Belli, el almış kızcağız, vecize yumurtluyor. Yirmiyedinci
sayfada "Pezevenk Zurnik'in Kızları ve Çarli'nin Melekleri" başlıklı
yazıda gayretli bir Ermeni "pezevenk" vatandaşımızın bu vatana seks
filmleri çevirerek, kendi çevirmezse kasting yaparak nasıl hizmet
ettiği anlatılıyor. Yirmisekiz, yirmidokuz, otuzuncu sayfalarda
kamuoyuna çok mal olmamış bir karı kocadan bahsediliyor. Çok
karıştırmıyorum ama adamın soyadı Süalp. Yine bu "sü" ve "alp"
isimleri.. Tesadüftür canım deyip, devam ediyoruz. Zaten bu
röportajda da kişisel trajedilerden başka bir şey yok. Otuzikinci ve
otuzüçüncü sayfalarda TC'nin sivil tarihinin görsel yazarı Hakan
Gürsoytrak'la yapılmış bir röportaj. Adamın resimleri hoşuma gitti.
Karikatür tadında. Bu "Gürsoytrak" soy ismi de
vallahi "ailelerden"... Ama bu şahıs onlardan mı, değil mi
bilemiyorum. Halkın ağzı torba değildi ki, isteyen istediği soyismini
aldı kanun çıktığında... Ey halkım, bilmeden soyunu sopunu darmadağın
ettirdin. Karıştın o ailelerle, izini kaybettirdin. Belki de tersi
oldu. Otuzdördüncü sayfada "Serbest Piyasa" köşesinde Meneviş Pıhı
namındaki uzman okurların gönderdiği sorulara abuk sabuk cevaplar
veriyor. Mizah dozu bilerek mi düşük, kabiliyetsizlikten mi
bilemiyorum. Sayın Meneviş Pıhı'nın sağ tarafında (bu arada şimdi
farkettim, yazının başından beri sol, sol dediklerimin bir kısmı sağ
taraftaymış) "5 Ne 1 Ayhan" isimli köşe var. Efendim, gitmişler
Mahsun Kırmızıgül'e en sevdiği beş şairi sormuşlar, o da Nazım Hikmet
demiş, ibne Küçük İskender'e en sevdiği beş erotik türk yıldızı
sormuşlar o da tutmuş, Ali Poyrazoğlu demiş, hadi canım.Otuzbeşinci
sayfada "İç Dikiş" başlıklı hadise var. Yazarın adı Altay Öktem...
Offf. Gene o soyadlardan "Öktem"... Adam güzel bir laf etmiş: "Doğa
takıntısı olan insanları hiç anlamıyorum. Şırıl şırıl akan bir
derenin önünde en fazla on dakika oturabilirim. Çok zevkli olabilir,
insana huzur da verebilir ama on dakikadan fazla süren huzur
terördür!" Otuzaltıncı sayfada "Uzakdoğu Sapığı" var. Bant karikatür.
Eh, idare eder. Otuzyedinci sayfada Buket Uzuner, Susamuru'nun Biri
diye bir şey yazmış. Uzuner'i severim. Üslup sahibidir. Ama bu
yazısını çok naif buldum. Bana yahu, insanlığı Susamuru'ndan mı
öğrenecem? Mezkur yazının sağında Mine Söğüt, "İnsan.. Kuş.. Kedi"
başlığı altında gerçekten naif bir hikaye yazmış. Kısacık, sıkmıyor
adamı. Kedinin ağzından kuşu alırsanız iyi olmaz diyor mineanım. Hem
kuş, bir daha eski kuş olamayacaktır o yaşadığı korkudan sonra, hem
kedinin krallığıyla oynamış olacaksınızdır. En iyisi, belgeselci gibi
izlemekmiş olan biteni demek. Aynen öyle. Otuzsekizinci ve
otuzundokuzuncu sayfada , "Kırık Dökük Bebekler ve Yasemin Adam"
başlığı altında Hans Bellmer adında bir pilastik sanatçısından
bahsediliyor bu yazıda. Okudum, ama yazılanları semiyotik açısından
değerledirmeyeceğim. Çok uzun sürer. Bu çok katlı bir metin. Adamın
biri bebeğin, oyuncak bebeğin sağını, solunu kırıp, döküp,
yapıştırıp, fotoğraflayıp, estek köstek yani. Büyük sanatçıymış adam.
Algılarımızla oynuyormuş. Kırkıncı sayfada, "Kapanışlar ve Açılışlar"
başlıklı makalesiyle Panter Emel hamfendi, İBBB Gürtuna'ya takıyor.
Haksız da değil, Her yıl yapılan beşyüz açılışın parası kimin
cebinden çıkıyor efandi? Kırkbirinci sayfada içimizden biri, bir
kebapçı patroniçesi, sabahın köründen akşamın karanlığına bir gününün
hikayesini fotoroman gibi anlatıyor. İşte kadıncağız, asar artık bu
sayfayı çerçeveletip, lokantasına. Kırkikinci sayfada, yiğit
lakabıyla anılır, Çingene Tevfik, Tevfik Polam'la Mehmet Duru bir
röportaj yapmış. Bu Duru "sıkı" çocuk. Çingene Tevfik, seks filimleri
yaptığını reddediyor. Kendisini eleştirenlere de, gidin "sanat filmi
yapıyorum" diyenleri eleştirin diyor. Haksız değil aslında. "Ben para
kazanmak için yaptım" diyor. Kırküçüncü sayfada "Kamer Genç'in
Çiçeği" var. Bayan dansözmüş, televolelere terfi etmek ümidiyle poz
vermiş objektife. Zaten röportaj da tesadüfi olmuş... Ne demekse!
Kendisi Çingene Tevfik'e takılırken yakalanmış
objektiflere. "Üzerimdeki Kamer Genç giysisini çıkarıp, atmak
istiyorum. Gelen bütün iş tekliflerini ciddi olarak
değerlendiriyorum. Artık yeni bir giysi giymek istiyorum. Bu film
oyunculuğu olabilir, şarkıcılık olabilir, vs. Lütfen insanlar bana bu
konuda yardımcı olsun ve bir daha bana bu soruları sormasınlar. İş
var mı iş, bana ondan bahsetsinler.." Ben de va esefa diyorum bu
milletin haline. Yazıklar olsun bize.Kırkbeşinci sayfada Sayım'ın
Kitap Bavulu var. Eş dost kitapları işte. Türkü, Yahudisi, Urumu...
Sağ köşede Ataol Behramoğlu var. Okudum. Kendinden menkul büyüklük
içre balık balık adamlar. Kırkaltıncı sayfa: "Değenek Dediğim Zopadır
Zopa" başlıklı röportaj, soğuk hava deposunda bekçilik eden Erzurumlu
Türk'ün ağzından çıkan bir cümledir. Sağ tarafta bulmaca var, daha
çözmedim. Arka iç kapakta, Hayvanat Bahçesi var. Bir nevi "okurdan
gelenler" ambiyansı teneffüs ediliyor. Arka kapakta ise Mubadil
başlıklı Arif Damar şiiri var. Mübadelede Türkiye'ye getirilenlerin
dramından bir soluk. Mubadil Türkçe bir kelimedir diye Damar soy
ismini Türklere ait bir soy isimdir zanneden var mı? O zaman
zannınızda kalın diyorum. Zamanın hahambaşısı, meclise bir dilekçe
veriyor: "Bu mübadelede Türk diye getirilenlerin çoğu gizli
Yahudilerdir, bunlar bozguncudur, izin vermeyin" diye. Vallahi tarih
şahit. Hayvan dergisi de şu şehadetle kapatmış derginin Eylül 2003
sayısını. Biz de şahit olalım.